Bir anda kasabadaki bütün elektrikler kesildi. Balkona çıktım gecenin olabildiğine karanlığında doğayı dinliyorum. Karşıdaki adanın uzaktan gözüken ışıkları, yıldızlar ve aidiyetim dışında parlayan hiçbir şey yok. Dünyanın yuvarlaklığını fark ettiriyor gökyüzü. Deniz sanki daha yakın. Dağlar, ağaçlar dile gelmiş. Hava dingin. Bir köpeğin havlamasıyla doğanın muhabbetinden kopup içeriye giriyorum. Ve mumlar, onları seviyorum. Kahvemi ve sigaramı alıp bir köşeye oturduğumda müziğin de sustuğunu fark ediyorum. Az önce notaları çalışmıştım, bari müziği ben yapayım.
Henüz işin en başındayım. Do, re, mi, fa meğer C, D, E, F olarak da anılıyormuş. Aralarında en zor geleni kalın do (C). Bir türlü temiz ses elde edemiyorum. Harflere yüklenecek yeni manaları, aklımda kalsınlar diye büyük bir kâğıda yazıp karşıma astım. Notaların, portedeki çizgilerle ilişkisini anlayabilmem için de birkaç şema gerekecek. Duvarları bir süreliğine müziğin basit resimleri süsleyecek gibi gözüküyor.
Işıklar geldi ama mumları söndürmek içimden gelmiyor. Bilgisayar açılırken, tek çalabildiğim şarkıyı 7–8 kere baştan sona çaldım. Uzun zamandır bir gece içinde bu kadar sık elektrik kesilmiyordu. Açıldığı anda bilgisayar ve her türlü elektrik aksamı yeniden durdu. Tekrar döndüm köşeme kedimin yanına.
Hayret kedim kucağıma oturdu, genelde oturmaz. Aklı, fikri hep dışarıdadır, ama evini sever. Kapı zorlanıyormuş gibi bir ses duyarsanız, bu onun kapı çalışıdır. Genelde kendi halinde takılır. Bu akşam dışarı çıkma havasında değil, mayışık. Onu iyi tanıyorum, o da beni. Evde benim sahip olduğum hakların büyük bir bölümüne Colette de sahip. 6 yıldır beraberiz. Suyu benim bardağımdan içmeye bayılır. Varlığı beni hep mutlu eder. Yatakta ya ayakucumdadır ya da minik bir temasla yakınlarımda. Geceler hep onunla birlikte biter.
Bazen her şey etrafımda dönüyormuş gibi hissediyorum. Arkadaşlarımla arkadaşlarım, arkadaşlarımın arkadaşlarıyla ben. Çember bir daralıp bir genişliyor. Bir gün tek başınayım, bir gün kalabalık. Yalnızlığın coşkusunu, dolu doluluğunu da yaşıyorum, kalabalığın neşesini, enerjisini, kimsesizliğini de. Müzik sesim, doğa gözüm oluyor, bedenimse bütün. Kahkahamda hüzün, gözyaşımda mutluluk olabiliyor. Geceler bana yakın, benden yana. Yıldızlarla parlıyor gözbebeklerim, ayla aydınlanıyor fikirlerim. Güneşle günün getireceklerine hazırlanırken, gece kendimle buluşuyorum. Seher vakti gözkapaklarım kapanmaya başlıyor, direnebildiğim yere kadar direniyorum. Seviyorum sessizliği. Sonrası sıcak yatağım ve kedim. Sabah ya da öğlen çalan telefonlara bazen bakıyor, bazen bakmıyorum. Yatakta öylece bırakıyorum kendimi. Sırtüstü yatıp düşüncesiz düşüncelere dalmışlığım kedimin dışarı çıkma ısrarlarıyla son buluyor. Kalkıyorum. Kahretsin yine önce bilgisayarı açıyorum. Hafif bir atıştırmayla birlikte Türk kahvemi pişiriyorum. Ardından saatlerce bilgisayarın karşısında oturuyorum. Facebook, twitter, gmail, blogger derken olduğum yerden uzaklaşıyorum. Bilgisayarın içinde birbirine uzaktan bakan bir sürü insan. Birbirimizin içini okumaya çalışıyoruz. Kim kaç dakika önce girmiş, kim ne yazmış. Hele bir de hoşlandığım, beğendiğim ya da merak ettiğim birini takip ediyorsam yandım demektir. Uyku olmadığı gibi huzur da yok. Hep bir beklenti... Ne zaman ki beklentilerden ve internetten uzaklaşıyorum o zaman hayatın bana getirdiklerini daha yakınımda hissediyorum. Kendimden, olmak istediğimden yana oluyorum. Sevdiklerimin, özlediklerimin, değer verdiklerimin bana verdiklerini; kendi beklentileri, kendi öğrendikleri olarak görebiliyorum. Ben her şeyi lehime çevirmeye çalışıyorum. Beni kötü ya da iyi etkileyebileceğini düşündüğüm her şey tam da yanımda, düşünemediklerim yarınların sürprizleri. Onları uzağıma atmadım ki bana dost, benimle birlik, bütün olsunlar, birlikte çiçek açalım. Yazılarımın bazılarını okuyanlar ‘pozitif’ olarak değerlendiriyor. Aslında çok negatif olanları da var. Onları herkesle paylaşmıyorum. Çünkü neyi yaşamak istiyorsam, onu derinlemesine hissediyorum. Eeee bile bile lades deyip, karanlık bir yere doğru mu gideyim? Gittiğim olmuyor değil ama hiç mutlu döndüğümü hatırlamıyorum. İçimde bunca yıl beni yoran parçalarımla barıştım. Meğer ne haksızlıklar ediyormuşum kendime.
Yanımda hep bir içeceğim var. Şu an sıcak çikolata. Su her zaman. Bir de müzik. Devotchka çalıyor, ‘Basso profundo’. Bu şarkıyı seviyorum. Ritmi yazarkenki hızımı yönetiyor. Müzikle iç içe olmak bana müthiş bir enerji verdi. Hayatıma, yazdıklarıma. O enerjiyle; çiçeği görünce koklamayı, koklayınca tatmayı, tadınca hissetmeyi, hissedince duymayı öğrendim. Beş duyumu -5 olarak da yaşamıştım, bazen bile bile yine yaşıyorum. Aklım uçup gitmiyor değil, yuvasına dönüyorsa dimdik karşısındayım. Ha dönmüyorsa peşinden gidilecek bir şeyler var demektir. O halde gidiyorum. Sürüklendiklerim, sürükleneceklerimin vergisi olmasın.
Yürürken yolumu keseceklerse
Onun yol ayrımı olduğunu düşünürüm
Devamı da benim elimde
Kalanı da
Attığım adımlar düşündürecekse
Ben attım, ben seçtim
Bir daha atmam olur biter
Kalbim kırılıyorsa, kırılacaksa
Onu ben tamir edeceğim
Benim elimde, benim içimde
Hayat acımasızlaşıyorsa
Ben savaşıp, ben yeneceğim
Başkasından medet ummayayım yeter
Ayağım takılıp düşeceksem
Önce ben kendime güleceğim
Sonra başkaları bana
Zaman hızla geçecekse
Ucundan yakalayıp
Belki de koşacağım
Zaman yavaşlarsa
Akreple yelkovana kafa tutup
Hızını ben ayarlayacağım
Bir şeylere yön vereceksem
Ya tartıp, biçeceğim
Ya da akıp gideceğim
Her seçimim benim ise
Kendim ettim
Kendim buldum diyeceğim
Ama unutmamalıyım ki
Hayat her şeye rağmen güzelse
Dünyaya geldim
İrade de benim, seçme hakkı da
Ben seçip, ben yönettim
Kabul ediyorum ve devam ediyorum.
Bize çocukluğumuzdan beri barışı, barışçı olmayı öğrettiler. Çocuk aklımızla zaten aksi olabileceğini düşünemezdik. İçimizde kalan çocuk tarafımız hala savaşı tanımıyor. Ama biz dünün çocuklarına, bugünün çocuklarına ve büyüklerine savaşı yaşatıyorlar. Televizyonda gösterilen görüntüler, parçalanmış çocuk fotoğrafları bizi savaşın tam da ortasına götürüyor. Kilometrelerce uzaktaki bomba sesleri kulaklarımızda çınlıyor. Hayatını korku içinde kaybeden yüzlerce, binlerce insan, yaralananların gözlerindeki dehşet savaşın içyüzünü kelimelere dökmeden gözler önüne seriyor. Bu acımasızlık içimi sıkıyor, nefes almamı zorlaştırıyor. Bu ülkeler arası kavgalar, çıkar çatışmaları daha ne kadar insanı yaraladıktan sonra bitecek. Onların çocukları yok mu?
Ölmeyenlerin yaraları elbet birgün iyileşecek, peki ya kalplerindeki yaraları iyileşebilecek mi? Bomba sesleri kulaklarından, kayıpları yüreklerinden silinebilecek mi? Bugün çocuk olanlar büyüdüklerinde (yaşayacaklarsa tabi) psikolojileri normale asla dönemeyecek. Kimisi intahar edecek, kimisi militan olacak, kimisi delirecek. Mutlu olmaları için ellerinden birçok şeyleri alındı çocuklarımızın. Şu anda açlar, suyu ya biterse diye temkinli içiyorlar, hastalar ve yardıma ihtiyaçları var. Bombalara birbirlerine sarılarak karşılık veriyorlar.
Topluca üzerleri örtülüyor. Gözleri büyüyor. Artık ağlayamıyorlar bile. Bakışları gözümün önünden gitmeyen bir fotoğraf var. Küçücük bir çocuk. Kapkara kocaman gözleriyle, kaşları hafif çatılmış. Ağlamıyor, öyle bakıyor, belki de anlamaya çalışıyor. Bakışlarında endişe, korku, şaşkınlık ve inanamamazlık var. Peki ya umut, umudu var mı acaba? Yaşayacak mı? O da bilmiyor, bizde bilmiyoruz. Kimse o çocuğa yarın ne olacağını bilmiyor.
Birilerine haykırmak, bağırmak, küfür etmek geçiyor içimden. Sessizce hergün bağırıyorum ama şu an beni düşündüren öncelikle çocukların ve ailelerinin neler hissettiği. Bombaları, silahları çaresiz insanlara yöneltenlerin önüne kendimi atsam, sizin insanlığınız nerede diye bağırsam beni anlamazlar ki. Hatta dinlemezler bile. Savaşın içinde olmadan bunları düşünürken, savaşın tam ortasında olanların haykırışları sadece kendilerince duyuluyor. Belki de sesleri çıkmasın da yerleri belli olmasın diye susuyorlar. Ama içleri kan ağlıyor. Çocukları, anıları, kitapları, aşk mektupları, anneleri, babaları, kardeşleri, milletleri yok oluyor. Ellerinden herşeyleri alınıyor.
Hem üzgünüm, hem kızgınım.